Hayatta bazı insanlar vardır ki bir yanlışa istemeden ortak olur.
Bilmeden, kandırılarak, şartların zorluğuyla… Onlara kızılmaz.
İnsan hata yapabilir.
Zamanla doğruyu görür, yanlıştan döner.
Vicdanı hâlâ canlıdır çünkü.
Ama bir insan vardır ki, yanlışı bilerek savunur.
Gerçeği bilir, adaleti tanır, doğrunun ne olduğunu net bir şekilde farkındadır ama yine de susmaz; aksine, yanlışı savunur.
İşte o insan, bu dünyanın en şerefsiz insanıdır.
Bu söz ağır gelebilir.
Ama gerçekler bazen tokat gibi yüzümüze çarpmalı ki, toplumun hangi noktada nasıl bir yozlaşmanın içine sürüklendiğini fark edebilelim.
Bugün yaşadığımız birçok sorun; ekonomik krizden toplumsal kutuplaşmaya, adalet sistemindeki güvensizlikten eğitimdeki çöküşe kadar hemen her şeyin temelinde, bu “yanlışı bile bile savunma” hastalığı yatıyor.
Çünkü bir insan yanlışı savunduğunda yalnızca bireysel bir hata yapmaz; aynı zamanda bir yalanı meşrulaştırır.
Ve bu yalan, bir virüs gibi yayılır. Başkaları da cesaret alır. Doğruların sesi daha da kısılır. Sessizlik çöker. Toplumun vicdanı felç olur.
Çıkar, Vicdanın Üstüne Bastığında
Bugün birçok kurumun, yapının, hatta bireyin içi boşalmışsa bunun en büyük sebebi; insanlar çıkarları uğruna değerlerinden, inançlarından, hakikatten vazgeçmiş olmalarıdır. “Aman işim bozulmasın”, “Kariyerim etkilenmesin”, “Patron kızmasın”, “İhale elimden gitmesin” gibi basit ve küçük hesaplar için insanlar göz göre göre yanlışı doğruymuş gibi savunuyor.
Üstelik bunu yaparken bir kısmı kendini kandırıyor: “Ben sadece görevimi yapıyorum”, “Emir kuluyum”, “Düzen böyle…” Oysa bu bahanelerin hiçbiri, vicdan terazisinde ağırlık taşımaz.
Çünkü hepimiz insanız. Ve insan dediğimiz varlık, düşünen, sorgulayan, karar veren, doğrunun ne olduğunu sezebilen bir varlıktır.
Dolayısıyla burada bahsettiğimiz “şerefsizlik” yalnızca bir ahlak meselesi değildir; bu, aynı zamanda insanlık sorunudur.
Çünkü bile isteye yanlışa ortak olan biri, sadece ahlaken değil, insan olarak da tükenmiş demektir.
Medyada, Siyasette, Hayatın Her Alanında…
Bakın etrafınıza… Siyasette yanlış politikaları bile bile alkışlayanları göreceksiniz.
Bugün oy için eğilip bükülenlerin, yarın halkı nasıl yarı yolda bırakacaklarını tahmin etmek zor değil.
Bürokraside yanlış talimatları uygulamakla övünen, “devlet böyle istiyor” diyerek hukuksuzluğu meşrulaştıranları da görürsünüz.
Basında doğruları söyleyip işten atılan gazetecilerin yanında değil, yalan haberlerle ödül alanların arkasında duranları görürsünüz.
Bir öğretmen düşünün: Sınavda kopya çeken öğrenciyi yakalıyor ama okul yönetimi “Aman, sessiz olalım. Başarı ortalaması düşmesin,” diyerek olayın üzerini örtüyor.
Ve o öğretmen, sustuğu anda çocuklara verdiği bütün değer dersleri çöpe gidiyor.
Çünkü yanlış, sadece yapılınca değil; susulunca da büyür.
Ve en acısı da şu ki; bu ahlaki çöküş, toplumu bir bütün olarak etkiler. Bu zihniyet zincirleme bir etki yaratır: Yanlışı savunan yönetici, doğruları konuşan memuru susturur. Yalancı gazeteci, gerçeği haykıran meslektaşını itibarsızlaştırır.
Eğilip bükülen akademisyen, gençlerin adalet duygusunu yıkar. Böylece çocuklarımız, yalanın norm, doğrunun istisna olduğu bir dünyada büyür.
Doğruyu Savunmanın Bedeli
Doğrunun yanında durmak kolay değildir.
Hele ki yanlışlar güçlü ellerdeyse… Bazen işinden olursun, bazen dışlanırsın, bazen yalnız kalırsın. Ama o yalnızlık, şerefin yalnızlığıdır. Vicdanınla baş başa kaldığında aynaya bakabilme cesaretidir. Ve işte insanı insan yapan da budur.
Toplumun yeniden ayağa kalkması için önce bireylerin vicdan terazisinin yeniden ayarlanması gerekir.
Bu da cesaretle, doğrulukla ve dirayetle mümkündür. Yanlışı görüp susanlar, en az o yanlışı yapanlar kadar sorumludur. Ama en büyük günah, bile bile yanlışı savunanındır.
Unutmayın; hiçbir koltuk sonsuz değildir.
Hiçbir mevki, insan onurundan değerli değildir. Ve hiçbir çıkar, gerçeğin yerini alamaz.
Bugün güçlü olanlar yarın unutulur. Ama doğru söz, vicdanlı duruş ve hakikatin izinden gidenler; belki hemen değil ama eninde sonunda hatırlanır, saygıyla anılır.
Sonuç Yerine: Hangi Taraftasın?
Şimdi herkesin kendisine sorması gereken tek bir soru var: Yanlışı gördüğümde ne yapıyorum? Sessiz mi kalıyorum? Yoksa üstüne mi gidiyorum? Daha önemlisi; menfaatim söz konusu olduğunda, doğrulardan vaz mı geçiyorum?
Hayat, her gün bize bu soruları sorduracak olaylar yaşatıyor.
Ve verdiğimiz cevaplar, kim olduğumuzu belirliyor. Ya doğru tarafta yer alacağız; bedelini ödeyerek de olsa onurlu kalacağız. Ya da yanlışın sofrasına oturup, günü kurtarırken aslında insanlığımızı kaybedeceğiz.
Tercih bizim.