“Yaşantımız Sahte”
Gerçek nedir?
Hangimiz gerçekten kendimiziz?
Sokakta yürürken taktığımız maskelerle, sosyal medyada çizdiğimiz sahte mutluluk tablolarıyla, içimiz kan ağlarken dışımızdan saçılan gülücüklerle yaşıyoruz. Ya da yaşadığımızı sanıyoruz.
Bir bakın etrafınıza. İnsanlar gülüyor ama gözlerinde hüzün var. Dostluklar var ama güven yok. Sevgi var gibi ama samimiyet? O çoktan yitip gitmiş. Herkes bir rolün içinde. Kimi başarılı görünmeye, kimi mutluymuş gibi yapmaya, kimi de “ben de varım” diyebilmek için koca bir tiyatronun figüranı olmaya razı.
Kullandığımız kelimeler bile sahte. “Canım” diyoruz, “kardeşim” diyoruz, “çok değerlisin” diyoruz ama bunların ardında çoğu zaman çıkar, beklenti ya da zorunluluk var. Gerçek bir samimiyetin izi silinmiş adeta.
Eskiden bir kapı çalardı, komşu elinde bir tabakla gelirdi. Şimdi kapılar kapanıyor, gönüller kilitleniyor. Aynı apartmanda yıllarca oturup birbirinin adını bilmeyen insanlar çağındayız. “Komşu komşunun külüne muhtaçtır” sözü nostaljik bir hikâye artık.
Çocuklar bile doğallığını yitirdi. Sokakta dizleri yara içinde oynayan çocukların yerini tabletin başından kalkmayan, ruhsuz gözlerle bakan küçük bireyler aldı. Oyunlar bile sanal, kahkahalar bile emojilerle sınırlı.
Kısacası; hayatın kendisi bir mizansen.
Bir film setindeyiz belki de. Her gün sahneye çıkıyor, rollerimizi oynuyor, sonra perde kapanınca yorgun ama sahte bir tebessümle evimize dönüyoruz.
Ve işin acı tarafı şu ki: Bu kadar sahte şeyin içinde, gerçek olan tek şey yorgunluğumuz.
Artık kendimize sormanın vakti gelmedi mi?
Bu kadar sahtelik içinde, ne kadar gerçeğiz?
Ne zaman “kendimiz” olacağız?
Ve ne zaman gerçekten yaşamaya başlayacağız?